top of page

Silüet

  • turalsstories
  • 14 Tem 2024
  • 3 dakikada okunur

 

Üniversitenin kapısından çıkan T cetvelli, kartonlu, büyük rulo kağıtlı, elleri sırtları dolu olan öğrencileri görünce okuduğum yıllar; mimarlık fakültesinin bahçesi, koridorları, sınıfları, teslim heyecanı, sevdiğim insanlarla geçirdiğim anlar, içtiğim kahvenin kokusu hatıramda canlanırken arabaların korna sesi ve balata kokusu ile iki duyu organım aynı anda uyarılmıştı. Hızlıca saate baktım. Gösteriye az kalmıştı ve daha yürünecek yolum vardı. Bu yolu çok seviyordum. Yıldız’dan Beşiktaş Meydanı’na akan bir nehir gibiydi. Bir yanında kafanı tam kaldırınca yüksekliğini görebildiğin ağaçlar, diğer yanında yemyeşil park kendini akıntıya kaptırıp yolun sonunda gerçek dünyaya ulaşıyordun. Yine aynısı yaşanmıştı ama bu sefer kalabalık daha geriden başlamıştı. Doğal olarak herkes çok merak ediyordu denizin ortasında ilk kez gerçekleşecek bu gösteriyi. Yaklaşabildiğim kadar yaklaşıp durdum ve gözlerimi dalgaların üzerinde sağa sola hareket eden yata diktim. Hem Avrupa hem Asya kıtasının gösteri alanını görecek kısımları hareket edilmeyecek kadar dolu idi. İnsanların afişte yazanı dikkate almış olmaları lazım ki neredeyse herkesin elinde binokul vardı. Gösteri sahnesi yatın en yüksek noktasına kurulmuştu. Büyük ekranın yanında bir hareketlenmenin olması ile herkes pür dikkat binokullara sarıldı. Projeksiyonlar yanmıştı. Sanatçıların ikisi de sahnedeydi. Birbirlerine sarıldılar ve ellerini kaldırarak herkesi selamladılar. Yüzlerinde heyecanla mutluluğun karışımı bir ifade vardı. İkisi de beyaz tişört, beyaz pantolon giymiş ve saçlarını arkada toplamışlardı. Doğal görünümleri dikkat çekiyordu. Alkışları duyuyorlar mıydı emin değilim ama kalabalığın el hareketleri eşliğinde geriye doğru adım attılar ve yüzlerini Asya kıtasına doğru çevirdiler. O sırada büyük monitörde yüzlerini görünce kameralardan da destek aldıklarını ve gösterinin 360 dereceyi kapsayacağını anladım. Tekrar bize doğru adım attılar ve yatın ortasındaki, bir örtü ile kaplı cismin yanında durdular. Birbirlerine baktılar ve gözleri ile anlaştıktan sonra örtüyü çekip aldılar. Işıklar sanatçıların üzerinden kafeslere doğru çevrilmişti. Üçünün de içi güvercin doluydu. Her illüzyon sanatçısının klasik vazgeçilmeziydi bu kuşlar diye düşünürken yanıldığımı fark ettim. Bunlar güvercin görünümlü dronlardı. Kafesten ilk dronu aldılar. Biri dronu  hazırlarken, diğer sanatçı ışıkların hareketini takip ederek yeni gördüğüm kutudan rengini tam tespit edemediğim bir tüp aldı. Bembeyaz güvercinin ayağına bağladılar bu renkli şişeyi ve anında uçurdular. İllüzyonistler, herkes dronun uçuş yönüne doğru çevrilmişken hızlı bir şekilde peş peşe uçurmaya başlamışlardı. Birisi kuş bakışı bu kalabalığa baksa, öncesinde koreografi çalışması yaptı zannederdi. Gösteri hızlanmıştı. Ne olduğunu anlamaya çalışırken bu güvercinlerin rastgele değil bilinçli ve nizami bir şekilde yol aldıklarını fark ettim. Tarihi Yarımada’ya doğru uçuyorlardı. Bir yandan yön tespiti yapmaya çalışıyordum diğer yandan gösteri merkezindeki uçuş anına bakıyordum. İkinci kafes açılmıştı. Ama bu filonun yönleri farklıydı, bir ekip bizim bulunduğumuz semtle yarımada arasına diğeri ise aynı yönde karşı yakaya yönelmişti. Çığlık seslerini duyunca gözümdeki yakınlaştırıcıyı sağa sola çevirirken, cami olmadan önce gidip gezdiğim; üst katına o dönem çıkış kapalı olmadığı için çıkıp, sanatın nasıl da önemli bir detay olduğunu izleyip hayranlık duyduğum kadim yapının, çevresinde sıralı uçan kuşların tüpleri bıraktığını gördüm. Bu eylem, o bölgedeki tüm önemli tarihi eserlerin etrafında olmaya başlamıştı. Dronlar bir ressam misali tüplerle çizim yapıyorlardı. Üçüncü kafes de açılmıştı. Onların ayaklarına ise siyah tüpler bağlayıp ikinci kafesten uçan kuşların arkasından gönderdiler. Durumu tam olarak anlamak için ekrana doğru döndüm. Uçuş yönünü anlamak çok kolay ve can sıkıcı oldu. Her yerden görülebilen, gözlerinizi kapasanız kabusunuza dönüşebilecek, çevreyle her anlamda uyumsuz, kendisi de bir o kadar çirkin bir yapı düşünün. Bu herkes siyah giymişken beyaz giymek değil ya da herkes ağlarken birinin gülmesi de değil, anlayacağınız bu bir zıtlık değil. Yirmi kişilik bir ilköğretim sınıfında orta sıradan 5-6 öğrenciyi kaldırıp onların yerine bir goril oturtturulduğunu hayal edin. Dolmabahçe Sarayı’nın arkasındaki bu plazanın çevresine ve gözlerimize yaptığı şey budur. Siyah tüplü güvercinler binanın etrafında uçarak tüpleri havaya bırakmaya başlamışlardı bile. İkinci siyah tüplü grup ise İstanbul’un en büyük kulesine doğru yol alıyordu. Alt metninde güçlü fikirler olsa da ortaya çıkan eser fikirle pek uyumlu değildi. Göründüğü kadarıyla son grup kalmıştı. Sanatçıların yüzlerinde biraz gerginlik vardı. Bunun nedenini öğrendiğimde onlara hak vermiştim. Son filo Çamlıca Tepesi istikametinde yol almıştı. Yoksa, aklıma gelen şey mi olacaktı az sonra? İstanbul silüetini oluşturan bütün değerli yapılar gecenin karanlığında rengarenk olmuştu. Bu olurken az önce bahsettiğim plaza kule ve ağaca saplanmış balta gibi olan yapılar karanlığa bürünmüştü. Kalabalıkta ciddi bir gürültü oluştu. Az sonra olacağını düşündüğüm şey olmaya başlamıştı. Siyah kuşlar Çamlıca Tepesi’ndeki devasa taban alanının haricinde hiçbir mantıklı zemine oturmayan caminin etrafında tüpleri bırakma başlamışlardı. Yatın içinde kalabalık bir ekip olduğu belliydi. Bu kadar dronu uçurup kamera görüntülerini eş zamanlı ekranlara vermek hayli zor işti. Sanatçılar da heyecanla son grubun işini bitirip dönmesini bekliyordu. Ben de havada uçan bir silüet, kimin aklına gelirdi diyerek içimden tasarımcılarını övüyordum. Ve bu görüntü, mimarlık eğitiminde bize her zaman anlatılan, gösterilen, çizdiğimiz eskizlerle neredeyse aynıydı. Gösteri bitmek üzereydi ancak bu görsel hafızalarda uzun zaman boyunca kalacaktı. İzleyicilerden alkış tufanı kopmaya başladığı sırada yattan havaya fişek atıldı ve bir yazı ortaya çıktı. Karşınızda İSTANBUL.

 
 
 

Yorumlar


All rights reserved.

Tural's Stories, by REDSTUDIO. ©2023

bottom of page